İlk yağmur damlası bu yazı bloğuma düşen...
İtinalı olmalı; ilkler hep önemlidir.
Bazen sık tecrübe edindiğimiz, şahit olduğumuz, duyduğumuz ya da maruz kaldığımız şeyler artık sıradan gelmeye başlar; önemsiz değil ama sıradan. Hani bir benzerini ailemize ya da sık görüştüğümüz kişilere de yaparız istemsizce, onlar bizimdir, severiz. O yüzden bunları onlara sesli ya da hareketlerimizle hatırlatmak fazla gelir, belki de gereksiz. Zaten bizimler ya, bilirler bizim sevdiğimizi, bunu sürekli duymalarına ne gerek vardır ya da hissettirmek için özel bir şey yapmaya değil mi?(!) Oysa en çok onların ihtiyacı vardır.
Bunun, kişinin eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmesiyle de ilgisi olmalı! Bir durum karşısında eğri doğru düşünürsün, araştırırsın, alternatifler bulursun ve her şeye hazırlıklı olup içinden en iyi olduğunu savunduğun yönde de ne yapman gerektiğine karar verirsin. Bu bir prensip değildir! Bebekliğimizde bile doğarken istemeden en doğru zamanı bekleriz, üstelik annenin vücut ikliminde henüz 4 mevsimi bile geçirmediğimiz yerde; yani hep ilkleri yaşayarak tepki vermek durumunda kaldığımız bir yerde... İçgüdüseldir diyebiliriz şu halde. Sadece yaşam ilerledikçe bunu olaylara kopyala yapıştır yapamıyoruz belki de. Oysa günümüz teknolojisiyle artık her türlü yaratıcılık gerektiren durumlarda bile pişkince yapıştır deyip altına bir de imzamızı yapıştırmayı pek de iyi becermiyor muyuz haksız mıyım? Pardon imzamız için de yapıştırmak dedim de hani onu tokat atmak gibi mecazi anlamda kullanılan yapıştırmak olarak kullandım nacizhane; gerçi bir dakika bizim üstünde emek vermediğimiz ve fikrini oluşturmada etkide bulunmadığımız durumlar için yapıştırma yapıp, herkesi kandırmayı göze alıp kendimizi kandırdığımızın farkına varamıyorsak, aslında kendimizi aldatmış oluyoruz ve zaten bir yabancının imzasını yapıştırmış oluyoruz. Sözümü geri aldım...
Ya daha ilk yazıdan rengimi belli etmiş oldum :) Böyle söz akıp gitmekteyken beynim aniden farklı çağrışımlarla zurnanın zırt dediği deliğinin kapısını tık tık çalar bazen. Deliye sebep aranmazmış. Mazur ola:)
Konumuza geri dönecek olursak: İşte bu teknoloji denen meret yüzünden kalelerimiz içten fethedildi. Bir baktık ki biz bu tembelliğe hayli alışmışız... Özel hayatımızda bile kendi duygu ve düşüncelerimizi oturup analiz etmek ve kendi iç sesimizi dinlemeye vakit ayırmayı bile çok görmeye başlamış olacağız ki, kimi zaman hayatımızla ilgili planları yapmaya bile üşenir olduk. Geleceği görmeye çalışmaya ileri görüşlü denirdi önceden şimdiyse işbilirlik... Başkaları yaşamış işte bak, dene sen de. Nasılsa bir basmakalıplıktır gidiyor! Belki seni başka şeyler mutlu edecek, belki sen daha yaratıcısın, belki başkasının aklında olmayan senin aklında... İçindeki sana artık çığlıklar atıyor "Duy beni lütfeeeeeen!" ama yok, lütfen itinayla ısrar ve teşvik edilir ne kendinizi ne de etrafınızdaki cana yakın söz öbeklerini dinleyiniz! Aman ha...
Sonra da insanlar ne kadar iki yüzlü deriz, "Artık ölmüş iyilik" olur hemen daha dün uyarlanan hayatların kahramanları için söylenen vefa teşekkürleri. Kendi yüzsüzlüğümüzün hemen usulca üstünü örteriz, yok canım çalarken biz kötü bir şey yapmıyorduk ki tamamen masumduk(!)
Yapmayalım Allah aşkına...Şu hayatta her an her şey olabiliyor. Duamızı edip tatlı uykulara başımızı yasladığımız bir gece ansızın uykuda mekan bile değiştirebiliyoruz. Oysa sabah erkenden kalkılacak, kahvaltı hazırlanacak, eş güzel nağmelerle uyandırılacak, çocuk okula gönderilecek, işin yolu tutulacak vs. Bir dünya gaile... Ama en değerli olan neydi? Son söylenen yapılan akılda kalır diye büyütüldük hepimiz, o yüzden uyumadan o gün yaptıklarınızı düşünün ve uğrunda af dilediğiniz şeyleri tekrarlamayın, iyi insan olun dendi.
Şimdi sorumuzu tekrarlayalım: bu durumda en değerli olan neydi o uykuya dalmadan? Tatlı ve sıcak bir iyi geceler öpücüğü, içten bir dokunuş ve bir şükür iç çekişi...Voila, işte üçü bir arada: vazgeçilmez enfes tat. Farklı durumlar için hepsinden farklı miktarlar koyduğunda aynı tadı yakalayamadığın, sadece dengeli olarak hepsinden koyduğunda ortaya çıkan mucize formül!
Mutluluğun sırrı...Tüm cevaplar içimizde saklı. Hepimiz türlü türlü insanız. O yüzden ne çeşitlidir bu reçetenin tarifi. Bunu keşfedebilip kendi reçetenizi yazabiliyorsanız ne mutlu!
Ben benimkini buldum: yazmak. Çocukken bile annemle üzüldüğüm ya da sevindiğim bir durumu konuşamazdım, hemen yazıp çantasına atardım. Bu alışkanlık oldu babam, sevgilim, dostlarım için de bu hep böyle oldu. Olmuştu...2002'ye kadar. Yazacak tüm sevdiklerimden uzaklaşana kadar. Aslında uzaklaşmadığımı, sadece araya yollar girdiğini keşfetmem için de bir 6 sene geçmesi gerekliymiş, yeni farketmiştim. Son 2 sene ise telafi ile geçti: yazının yerini vakit ayırmaya çalışma aldı, yoksa kolay mı sayfalarca ayrı ayrı hepsi birer destan olacakken ortada hikaye bile yok anlatılmış. İşe koyuldum ve tüm içindekiler başlıklarımı oluşturdum ve hepsini sıcacık kucaklarla doldurdum. Bu arada fark ettiğim, üzüntü verici şaşkınlıklarım da olmadı değil: Bir baktım ki bu 6 yıldır da uzağımda olanların yerini tutan hep yanımda olanlar da kimi zaman sadece tek taraflı bir çabanın hikayesiymiş..İçim burkuldu ama yola devam. İllaki her hikayenin romana dönüşmesine gerek yok belki bazen hikaye tadında ilişkiler de anlamlı, değerli, öğretici. Hepsine yetecek makul uzunlukta bir hayat ve kocaman bir kucak var olduğuna inanıyorum nasılsa:)
Yine nereye geldi sözcükler...:)
Diyeceğim o ki; mutluyum, huzurluyum, elime bu sefer kalem olmasa da klavyeyi aldım ve içimdeki sesi artık duyabildiğim için yeniden yazabiliyorum. Uzun bir süre nefesim kesilmişti artık kavuştum. Bundan önemli ne olabilir? Yeniden uzun soluklu bir koşu maratonuna hazırım artık, tüm benliğimle...
Tesadüfen ya da bilerek bir şekilde yağmuruma yolu düşen herkes dilerim içindeki sesi duyabiliyordur.
Uzunca bir km taşı oldu galiba önsöz için; ancak, maruzatım var, artık siz de bildiğinize göre... ;)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder